Kadın şafağı
Bundan 100 yıl önce 1910'u 1911'e bağlayan sene, tarih bir devrim çağının ilk ışıklarıyla dolarken, ezilen kadınların ayaklanan bilinç ve eylemi şafağa merhaba diyordu. Gün 8 Mart'a, kadının özgürlüğü mücadelesi de bir milada dönüyordu. 8 Mart o şafağın ve ezilen kadınlığın gelen yeni günlerinin adı oldu. Dünyanın bütün işçilerini birleştiren 1 Mayıs gibi, dünyanın bütün ezilen, emekçi kadınlarını birleştiren bir tarih doğmuştu artık.
Kadın cinsinin en zifiri karanlıktan geçtiği; toprağa, demire ve kurumuş nehirlere can veren üretkenliğin emekçi kadınların canlarıyla beslendiği ve onlara yaşam adına yeşil dal bırakmadığı yılların içinden söktü şafak. En karanlığın ve en zor koşulların içinden... Kapitalist düzenin en aç ve en vahşi geliştiği yılların ortasından... Arkasında fabrikalarda yakılmış, açlıktan kırılmış, bedeni satılmış, ev ve atölyelerin değirmeninde öğütülmüş kadın yaşamları bırakarak büyüyen kapitalizm, gelen kadın şafağının da zorunlu ön koşulu oldu.
8 Mart, bin yıllar süren ezilmişlik tarihi içerisinde kadının yeni ve aydınlık günlerine duyulan özlemin ve eylemin ifadesi oldu hep. Bundan yüz yıl önce yanma, yıkılma yazgısına isyan eden fabrika kızlarının Amerika'dan Avrupa'ya uzanan eylem ve bilinç dalgası, tüm ezilen kadınlığın özlemini dile getirdi. 8 Mart'ı kadınların yaşam ve mücadelesine armağan eden işçi ve sosyalist kadınlar, kendilerinden önceki isyanları sahiplendikleri gibi, ezilen cinsin geleceğine de bir isyan bilinci armağan ettiler.
Aradan yüz yıl geçtikten sonra kadınlar için ezilmenin de isyanın da çağı kapanmadı. Her şafakta yeniden aydınlandı ama isyan, kadınların altınçağına açılan kapının anahtarı olmaya devam etti. Kadınların gecesini de gündüzünü de aydınlatacak bir çağa özlem, 8 Mart meşalesinin ateşiyle tutuşuyor hala. Genç çağını geçirmiş erkek egemen kapitalist düzen, bir yüz yılın ardından yeni bir vahşi dönemini yaşıyor. Gelişen kadın mücadeleleri karşısında sınıf ve cins erki sallanıp sarsılsa ve bazı kadın kazanımlarına boyun eğse de, sermaye ve erkek karakterini, sömürü ve baskıyla yeniden yapılandırmaya çalışıyor.
8 Mart'ın yüzüncü yılında sınıfsal, toplumsal bir devrimin, bu vahşi düzene dur deme iradesinin bir kadın devrimiyle el ele giderse başarılı olabileceğini görmek zor değil. Çünkü hüküm süren insanlık karşıtı düzen en yakınımızda, en erkek yüzüyle varlığını sürdürüyor. Sermayenin sınıf ayrıcalığıyla emekçi kadınlar üzerinde kurduğu sömürü tahakkümü, erkeğin cins ayrıcalığıyla evde, sokakta kurduğu şiddet, baskı ve yok etme tahakkümüyle kol kola gidiyor. Kriz koşullarında en önce işten atılan, eve kapatılan, evde boş tencerelere mahkum edilen, ucuz ve güvencesiz çalıştırılan, giderek daha kitlesel biçimde bedenini satmaya zorlanan kadınlar tablosu, kapitalizmin vahşi dönemlerini ne kadar da hatırlatıyor. Kadın cinayetleri yaşamı bir can pazarına çevirmiş, kadın özgürlüğü düzenin iki yüzlü ahlakına kurban edilmiş ve egemen devletle egemen erkeğin elleri aynı vahşilikle kurtuluş özleminin boğazına sarılmış... Ama bu karanlık ve bir çıkış yokmuş gibi görünen koridorda şafağa yakın kadınlar var. Kah TEKEL direniş alanında görüyoruz onları, kah bir kadın cinayetine karşı dile gelen öfkede. Bazen barış ve kardeşlik için alanları, yasaklı mekanları işgal ediyorlar, bazen bir işyeri işgalinde direnç ve umut oluyorlar. Kadının kurtuluşu mücadelesi bir yüz yılı kimi zaman yenilgiler kimi zaman zaferlerle devirirken, şafağa özlemi ve o şafağın gelişini daha çok hissediyoruz.
Özlem ve umudumuz temelsiz değil. Gelişip her alanda serpilmeye yönelen bir demokratik kadın hareketi, çoğu yaşam ve mücadele alanında belirginleşen kadın iradesi umudun ve özlemin toprağıdır. Üstelik 8 Mart'ın yüzüncü yılında varlığı ve iradesi güç kazanan bir sosyalist kadın hareketiyle merhaba diyoruz gelen günlere. Sosyalist kadın hareketinin enternasyonal ve yerel tarihinin dinamik bir parçası olan ESP Sosyalist Kadın Meclisleri, yeni bir kadın şafağının habercisi olarak yer ediyor kavgada.
Sosyalist Kadın Meclisleri, Kadın Devrimi gibi güçlü bir iddiayla karışılıyor 8 Mart'ın yüzüncü yılını. 2010'u 2011'e bağlayan kesiti “erkek egemenliğiyle yüzleşme ve hesaplaşma yılı” ilan ederek yürüyor. Bu iddialar bir şafağın sancısı, bir şafağın habercisi değil de nedir? Kürt kadınları 8 Mart'ta Diyarbakır'ı üç günlük kadın kenti, sosyalist kadınlar ise 2010'u kadın yılı ilan etti. Bunlar kadın mücadelesinde yeni şeylerin ve tutkulu bir mücadelenin geliştiğine işarettir. Hepsinden önemlisi kadının kurtuluşu mücadelesinin 8 Mart'tan 8 Mart'a döngüsünden güçlü bir hamleyle çıkarılarak, kadın devrimi görüş açısıyla tüm bir zamana ve yaşama yayılması kararlılığının ifadesidir. Kadın devrimi ve cins bilinciyle yaşamın ve siyasetin merkezine yürüme iddiası, kendine yeni yollar açarak ilerleyecek demektir.
Bu ilerleme ve yol açma tavrıyla sosyalistlerin nasıl ilişki kuracağı konusu bugün tayin edici bir yerde durur. Sosyalist kadın hareketinin ilerleyişindeki devrimci dinamiği görmek ve bilince çıkarmak, kurulacak ilişkinin de anahtarıdır. Kadın cephesinden gelişen “yeni şeyler”le devrimci bir ilişki kurulması, sosyalistlerin devrimci yenilenme ve gelişiminin de nirengi noktasıdır. İşte bu nedenle tüm parti kuvvetleri açısından 8 Mart, başlayıp bitecek emekçi kadın eksenli takvimsel bir gün değil, süreklileşecek bir gelişim çizgisinin güçlü bir başlangıcı olarak görülmelidir. SKM tarafından 2010'un kadın yılı ilan edilmesiyle birlikte, “Her gün 8 Mart” şiarı daha fazla gerçeklik ve uygulama zemini kazanmıştır. Bu, kadınıyla erkeğiyle tüm parti kolektifi için somut bir görev ve sorumluluktur artık. 8 Mart hazırlık çalışmalarından başlayarak bütün partinin bir kadın örgütü gibi çalışması ve ilan edilen kadın yılının içinin doldurulması sorumluluğu kolektif bir sorumluluktur. Bir günden bir yıla, bir yıldan bütün gelecek zamana yayılan gelişim çizgisinin doğal gereği budur.
8 Mart sosyalistlerin rol bilinci ve pratiğini vurgulanan çizgiye bağlı olarak sergilemesi ve geliştirmesi bakımından somut bir çıkış noktasıdır. Hazırlık çalışmalarına geri toplumsal erkek gerçeğiyle pratik yüzleşmenin zemini olarak değerlendirmek, her alandaki 8 Mart eylemlerine kadın kitlesi taşıma görevini kadın yoldaşlarına havale etmemek, ajitasyon çalışmasına bildiri, afiş asarak katkı sunmak, mahallelerden, işyerlerinden emekçi kadınları miting alanlarına uğurlayıp, bir günlüğüne de olsa çocuklarına bakarak onlarla dayanışmak, miting ve eylem alanlarına açılan eşiği tıkayan erkek barikatını dağıtmak gibi görevlerle başlanmalıdır işe. “Erkeklerin 8 Mart çalışması” diye bir düzey, bir devrimci faaliyet kategorisi ve niteliği yaratılmalıdır.
Sosyalist kadınlar, yüzleşmek, hesaplaşmak, devrim yapmak ve şafağa ulaşmak iddiasıyla kendini ortaya koyuyor. Tekel'de direnen kadınlarla dayanışma, 8 Mart'ın ücretli izin günü ve resmi tatil ilan edilmesi tarihsel görevini yerine getirme, barış ve özgürlük için yol açma, cins bilinci ve eylemiyle kadının tarihsel yıkımı ve köleliği düzenine son verme iddialarıyla yüzüncü yılında 8 Mart meşalesini taşıyor. Bu meşale yeni bir kadın şafağını tutuşturacak umudun, özlemin, kavga iradesinin ateşi ve coşkusuyla yanıyor. 8 Mart, bu ateşi ve şafağı görme çağrısıdır. Şafaktan hemen önceki zifiri karanlıkta, kadının devrimi taşıyan ışığını göremeyenler, o karanlıkta yanan 8 Mart meşalesine iyi bakmalıdır.
Kadının özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır.' (Clara Zetkin)
Tarihten öğrenmek, bugünü anlamak ve yarını kurmak açısından hayati önem taşıyor. Fakat bizler, topluma örnek olacağımıza toplumun kötü yanlarını alıp okumaz olduk.Insanlığa ışıklı ufuklar sunabilmek için tekrar elimizdeki en büyük silaha, yani bilgiye sarılmamız gerek !
.Goethe'nin dediği gibi :"3000 yıllık geçmişin hesabını yapmayan insan, günübirlik yaşayan insandir."
Bu açıdan bu sene 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün kutlanmasının 100.yılı nedeniyle kadınların mücadelelerine ve günlük durumlarına bakalım ve bilindik de olsa, heryerde tekrarlanmiş da olsa, tarihi hatırlatmakla başlayalım.
Belki herşey 8 Mart 1857 tarihinde başladı...
8 Mart 1857'de 40.000 dokuma işçisi New York'da tekstil fabrikasında grev ilan etti. Hedefleri bugün de bize yabancı olmayan hedeflerdi : daha iyi yaşam koşulları (daha yüksek ücret, iş güvenliği vs.)
Fakat polis işçilerin üzerine saldırdı, işçiler kendilerini koruma amacıyla fabrikaya kilitlediler, ardından fabrikada çıkan yangında çoğu kadın 129 işçi ateşlerde can verdi !
27 Ağustos 1910 tarihinde Kopenhag'daki 2.Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı'nda Alman Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihinde tekstil fabrikasında yanarak ölen kadın işçilerin anısına 8 Mart'ı Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak anılmasını önerdi ve bu öneri orada kabul edildi.
Rusya'da devrim ateşini fitilleyen de kadınlardı : 8 Mart 1917'de St.Petersburg'da tekstil kadın işçilerin büyük greviyle başlayan isyan ateşi, alev alarak bütün ülkeye yayılıp "Şubat Devrimi"nin yaratılmasının nedenlerinden biri oldu.
1911 yılından beri çeşitli ülkelerde anılan ve kutlanılan Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün 100.yılına geldik.
"Kadın Hareketi" başından beri homojen değildi, olamazdı da. Talepleri, özlemleri, umutları, istekleri, amaçları ve ütopyalarından dolayı muhafazakâr ve proleter kadın hareketleri olarak yer aldılar tarihin mücadele dolu sayfalarında !
1860'larda örgütlenmeye başlayan muhafazakâr kadınların talepleri ileriye dönük değil, mevcut durumu korumaktan ibaretti.
Varolan toplumsal roller kabul ediliyor, değişim hedefi güdülmüyordu.
Daha basit söylemek gerekirse :"Kadın kadınlığını, erkek erkekliğini bilmeliydi !"
Bugün bazı kesimlerde bu çarpık ve gerici anlayışın sürmekte olduğunu görüyoruz.
Muhafazakâr kadın hareketi genel olarak orta ve üst burjuvaziden oluşuyordu ve doğal olarak devrimci proleter kadın hareketlerinin taleplerinin gerisindeydiler.
Bir örnek vermek gerekirse :"Ulusalcı Kadın Derneği" (Vaterländischer Frauenverein) 1866 yılında Prusya Kraliçesi Augusta tarafından kuruldu ve tek amaçları kadınları hastalara bakmakta kullanmaktı.
Muhafazakâr-gerici kadın yapılanmaların anlayışına göre kadınlar sadece anne, eğitimci veya sağlıkçı olabilirlerdi.
Kadın "Ulusal devletin" korunmasında önemli bir role sahipti : çocukları milliyetçi duygular ve disiplin içinde yetiştirmeliydi !
Politika erkeklerin alanıydı ve bu "oyuna" kadınların katılması ‚ayıp' ve ‚günahtı' !
Burjuva kadınları öğlen saat 4'de başka burjuva kadınlarla oturup çay/kahve içip dedikodu yapabiliyorlarsa, bu onların küçük dünyalarında onlara gayet yeterdi.
Engels'in "Aile içinde erkek, burjuvadır; kadın proleterya rolünü oynar.' tanımlamasını bilmiyor ve anlamıyorlardı.
Tamda bu muhafazakâr kadın hareketine uygun olduğu ve gerici-dinci kesimler tarafından da savunulduğu için bu anlayışa sahip olanların "kutsal" saydıkları kitaplara da bir göz atmak gerekir:
"Kutsal" olarak görülen kitapların kadınlara bakiş açısı nedir, "Kutsal" kitaplar gerçekten kadınların özgürlüğünü mü istiyor, neyi vaadediyor, kadını nasil görüyor ? Sadece bazı ayetleri okumak bile yetecek bunu anlamaya.
Tevrat / Incil :
(Tanrı Israiloğullarına sesleniyor) :
‚Düşmanlarına karşı cenge çıkacağın ve Allahın Rab onları senin eline vereceği ve onları esir olarak götüreceğin zaman, esirler arasinda bakılışı güzel bir kadın görüp onu arzu eder ve karı olarak kendine almak istersen, o zaman onu evinin içine getireceksin; ve o...senin evinde oturacak ve babasına, anasına tam bir ay ağlıyacak; ve ondan sonra kendisine yaklaşacaksın ve onun kocası olacaksın ve o senin karın olacak."(Tesniye, Bap 21:1-13)
‚Ve vaki olacak ki, eğer kendisinden hoşlanmazsan, o zaman canı nasıl isterse onu salıvereceksin; fakat onu para ile asla satmayacaksın, ona kul gibi davranmayacaksın, çünkü onu alçalttın.' (Tesniye, Bap 21:14)
(Görüldüğü gibi, kadına söz hakkı yok, canı ısteyen erkek kadına sormadan, kadının evlilik durumuna bakmadan, istediği kadını "alabiliyor", canı istediği zaman da geri "atabiliyor". Kadın bu anlayışa göre süpermarkette alınan yeni bir buzdolabı veya televizyondan farklı değil, bir ****, bir mal değerinde ancak.)
"Ve eğer seninle musalaha etmeyip cenketmek isterse, o zaman onu kuşatacaksın ve Allahın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun her erkeği kılıçtan geçireceksin; ancak kadınları ve çocukları ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin ve (onların) malını yiyeceksin." (Tesniye, Bap 20:12-14)
Musa askerlerine sesleniyor :
"Ve şimdi çocuklar arasındaki her erkek çocuğu öldürün ve erkekle yatmış olarak erkek bilen her kadını öldürün. Ve erkekle yatmış olmıyarak erkek bilmeyen bütün kadın çocukları kendiniz için bırakın." (Sayılar, Bap 31:15-20)
"Kadınlar kocalarına saygılı olacaklardır; her koca kendi evinde hakim olsun." (Ester, Bap 1:21-22)
"Ey kadınlar, kendi kocalarınıza Rabbe tâbi olur gibi tâbi olun. Çünkü bedenin kurtarıcısı Mesih kilisenin başı olduğu gibi, kadınlar da böylece her şeyde kocalarına tâbi olsunlar." (Efesoslulara Mektup, Bap 5:22-23)
"Kiliselerde kadınlar sükut etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriâtın da dediği gibi, tâbi olsunlar. Ve eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar; çünkü kadına kilisede söylemek ayıptır..." (Korintoslulara 1.Mektup, Bap 14:34-36)
Kur’an :
"Islamdan başka dinlere rağbet edenler tam bir sapıklık ve ziyan içindedirler..." (Âl-i Imrân Suresi, ayet 85) (Bırakın kadını, insana olan bakış açısını çarpıtıcı bir şekilde gösteren ayet)
"Biz onlari, iri (güzel) gözlü hurilerle eşlendireceğiz. (Cennette) onlara, iştahlarının çektiği meyve ve etlerden dilediklerince vereceğiz alabildiğine. Ve onlar orada kadeh tokuşturacaklar. Içinde boş ve günah olmayan biçimiyle...Ve "gılman" (oğlanlar) onlara hizmet sunacak. Sedeflerinde saklı inci gibidirler (oğlanlar)..." (Tûr Suresi, ayet 19-20, 22-24)
‚…serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınları…dövün’ (Nisâ Suresi, ayet 34)
‚İki kadının tanıklığı, bir erkeğin tanıklığına bedeldir’ (Bakara Suresi, ayet 282)
‚Namazı bozan şeyler köpek, eşek ve kadındır’ (Sahih-i Buhari, Hadisler no.440)
‚Kadınlar tarlalarınızdır, tarlalarınıza dilediğiniz gibi girin…’ (Bakara Suresi, ayet 223)
‚Allah’ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü…erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler. İyi kadınlar gönülden boyun eğenlerdir.’ (Nisâ Suresi, ayet 34)
Bu örnekler yeter sanırım !
Vahiylerin ve gerici anlayışların parlak beyinlerimizi ve güneşli ufuklarımızı karartmalarına izin vermeden, aklımızın ve yüreğimizin yolundan devam edelim :
Gerici kadın hareketinin yanında birde ikinci bir kadın hareketi çıkmıştı tarihin sahnesine : devrimci-proleter kadın hareketi !
Işçilerin arasında gelişen, işçi dernekleri ve sendikalarla, komünist ve sosyal demokrat partilerle birlikte mücadele eden bu hareketin varlık nedeni bambaşkaydı.
Kadınlar erkeklerle calıştıkları işlerde erkek arkadaşlarının aldığı ücretin sadece yarısını alabiliyordu (ve bugün örnek olarak "demokrat" diye bilinen Almanya'da kadınlar erkeklerle calıştıkları aynı iş için erkeklerin aldığı ücretden yüzde 20-30 daha az alıyorlar !)
Taleplerin bazıları şöyleydi :
- daha yüksek ücret
- daha sağlıklı ve güvenli iş koşulları
- seçme/seçilme hakkı
- erkek-kadın eşitliği
- eşit işe eşit ücret
- emperyalist savaşlara son
Clara Zetkin gibi önderlere göre kadının kurtuluşu toplumsal koşulların değismesiyle gerçekleşebilir.
Proleter kadın hareketin en önemli temel eserlerinden biri (ki bugün de tekrar okunması gereken) August Bebel'in "Kadın ve Sosyalizm" kitabıydı.
Kapitalist sistemdeki ezilen kadın işçilerin durumlarını anlatıyordu Bebel bu kitabında. Kadınlar sadece cinsel değil, sınıfsal baskıya da maruz kalıyorlar, diyor Bebel.
Dünyanın yarısını yaratan ve bunun için dünyanın yarısına da sahip olmak isteyen sosyalist kadın hareketin o zamandan aldığı bazı kararları okuduğumuzda, bugüne de ışık tuttuklarını da göreceğiz. Bugün hala yer yer tartışılan, çözüme varmamış olan konuları yaklaşık 70-80 sene önce gündeme alıp net bir şekilde tartışmışlar.
Bugün bunlardan ders çıkarabilmek için bazı kararları birlikte okuyalım :
Mesela bugün tartışılan "kadın kotası" bazı kesimlere göre kadınların haklarını savunmak için gerekli, bazi kesimlere göre ise kadın-erkek ayrımcılığının başka bir türüdür.
Üçüncü Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nda (Haziran 1924) alınan kararlara göre kota konusunda söylem açık ve net :
’Burada kota uygulamasının ilke olarak savunulması feminizm olarak adlandırılırken, kota uygulaması somut olarak da reddedilmektedir. Ama sonradan görülen odur ki, Komünist Enternasyonal, tüm diğer araçlar fayda vermediğinde, kadınların eşit hak ve yükümlülüklere sahip şekilde çalışmaya katılması için kota uygulamasını da kabul etmiştir.’ (H.Yeşil, Sosyalist Kadın Hareketi İçin, s.25)
Bir baska tartışma konusu da feminizmle ilgiliydi : feminizm kadın sorununu çözmekte kendisinin muhatap alınması gerektiğini belirtmesine rağmen, sistemi değil de erkeği sorunun bir parçası olarak görmesi mücadeleyi muğlaklaştırıyor, yanlış yönlere çeviriyor, verilen mücadelede enerjilerin yanlis yerlerde harcanmasına sebep oluyor.
Haziran 1924'de 3.Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı'nda feminizm ile ilgili çıkan karar şöyleydi :
‚Feminizm bir sapma olarak görülüyor, çünkü kadının özgürlükten yoksun olmasını erkek baskısına bağlıyor. (kaynak :H.Yeşil, Sosyalist Kadın Hareketi İçin, s.25)
Aynı konferansda başka konularda alınan kararlar da bugüne ışık tutacak ve bizlere çok şey öğretecek nitelikte.
Bir-iki örnek daha verelim (içerik olarak katılalım ya da katılmayalım, ama yapılan tartısmaların canlılığına birer örnek olması açısından burda bazı örnekleri sunuyoruz).
Kadınların özgürlük sorunu devrim, özgürlük ve sosyalizm sorunudur
Küreselleşme ve göçmen kadınlar- Mustafa Peköz 09 Mart 2010 - Mustafa Peköz Dünya genelinde göçmenlerin yarısını oluşturan kadın nüfusu özellikle ABD, Kanada ve AB ülkelerinde sürekli bir artma eğilimi içerisindedir. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıntılarından sonra kendilerini yeniden yapılandıran Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkelerinin göçmenlere zorunlu olarak ihtiyaç duymasına paralel olarak göçmen kadınların oranında ciddi bir artış yaşandı. Kadın göçmenlerin çalışma oranları, erkek göçmenlere oranla nispeten düşük olmakla birlikte, özellikle 1980’li yıllardan sonra, kadın emeği daha üst boyutlarda ve çok yönlü kullanılmaya başlandı. Bunu belirleyen birkaç faktörü şöyle sıralayabiliriz: Birincisi, belki de en önemlisi, kadının erkeklere oranla çok daha düşük ücretlerle çalıştırılması ve artı değerin arttırılmasında aktif rol almaları. İkincisi, gelişmiş kapitalist ülkelerde kadın nüfusundaki nispi azalma ve kadınların bir kısım sektörlerde çalışmak istememeleri sonucunda, göçmen kadınların özellikle hizmet sektörünün bazı alanlarında yoğunluklu olarak çalıştırılması. Üçüncüsü ise; teknolojik gelişmenin etkisiyle kadının üretim faaliyeti içerisindeki rolünün artmaya başlaması. Ucuz işgücü, teknolojik gelişme ve kullanımının basitleşmesi, artı-değer üretimi, artan eğitim düzeyi gibi benzer faktörlerin etkisiyle genel olarak kadının toplumsal etki gücünü arttırmaya başladığı gibi göçmen kadının üretim faaliyeti içerisindeki rolünü de ön plana çıkartmaktadır.
2005 yılı verilerine göre, dünya genelinde bulunan göçmen kadınların sayısı yaklaşık olarak 94,5 milyon olup, genel göçmen kitlesinin yüzde 49,6’sını oluşturuyor. Bu oranlar Avrupa’da yüzde 52,8; Asya’da yüzde 45,2; Güney Amerika’da (ABD-Kanada) yüzde 51; Latin Amerika’da yüzde 49,7; Afrika’da yüzde 45,9 ve Okyanus bölgesinde yüzde 51,3 olarak belirlenmiş. Bu veriler kadının toplumsal üretim içerisinde artan rolü bakımından bize somut bir fikir verdiği gibi küresel kapitalist güçler tarafından ucuz iş gücü olarak değerlendirilen göçmen kadınların üretim içerisindeki etki gücünü de ortaya koyuyor.
Göçmen kadın emeğinin kullanılmasında Amerika, Kanada, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi gelişmiş belli başlı ülkeler, öncelikli olarak ön plana çıktılar. Örneğin göç alan Avrupa ülkelerinde ilk yıllarda göçmen kadın nüfusu yüzde 10-15 civarındaydı. Özellikle çıkartılan ‘Aile Birleşim Yasası’ ile kısa sürede erkelerin eşlerini ve çocuklarını getirmeleri, kadınların üretim faaliyetinde daha aktif olması, ailenin ekonomik sorunlarının çözümünü üstlenmesi gibi faktörlerin etkisiyle kadın ve erkeklerin nüfus oranı birbirine eşitlenmeye başladı.
Verilerden anlaşıldığı gibi küreselleşme ile göçmen kadın nüfusunda çok ciddi bir artış yaşanmaktadır. Özellikle Güneydoğu Asya ülkelerinde Filipinler, Tayland, Singapur; Latin Amerika ülkelerinden Brezilya; eski Sovyetler Birliği sınırları içerisindeki ülkelerde Ukrayna, Moldova; Balkanlar’da Bulgaristan, Doğu Avrupa ülkelerinden Romanya, Polonya gibi ülkelerden yoğunluklu olarak dünyanın başka ülkelerine yayılan kadın göçü, esas olarak, hizmet sektörü, ev hizmetçiliği ve seks ticareti olarak ön plana çıkmaktadır.
Taylan’da bir fabrikada 11-12 saat çalışan genç bir göçmen kadının günlük ücreti yaklaşık olarak 3,5 dolardır. Henüz 10-14 yaşında olup eğitimine ara vermek zorunda kalan yoksul aile kızları, Asya’nın ve Güney Amerika’nın bazı ülkelerine götürülüp günlük 3-4 dolara çalıştırılmaya zorlanmaktadırlar. Genellikle yoksul ailelerin kız çocukları, en düşük ücretlerle en ağır iş kollarında günde 11-12 saat çalışmaya zorlanmaktadırlar. Özellikle henüz çocuk yaşta olan işçiler her türlü haklardan yoksun olup, aşırı bir sömürü sistemi ile karşı karşıyadırlar. Çalıştırıldıkları ortamlarda şiddet, taciz ve tecavüz gibi insani değerlerle bağdaşmayan davranışlar günlük yaşamın bir parçası haline getirilmiş. Birçok genç kız, aileleri tarafından, uluslararası mafya örgütlerine 3-6-12 aylığına kiralanmakta veya satılmaktadırlar. Başka kıtalara veya komşu ülkelere götürülen kız çocuklarının çalışma süreleri sınırsız olup, bir köle gibi kullanılmakta ve aynı zamanda cinsel ilişkiye de zorlanmaktadırlar.
Son yıllarda özellikle, Filipinler, Endonezya, Tayvan, Malezya gibi Doğu Asya ülkelerinden Japonya, Güney Kore, ABD, Kanada. Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere çok sayıda göçmen kadın farklı sektörlerde çalıştırılmaya gönderilmektedir. Örneğin 2005 yılı verilerine göre, Filipinler’de, günlük olarak her gün 3000 kadın komşu ülkelere gidip çalışmaktadır. 2003’de Endonezya’da başka ülkeye gidip çalışanların yüzde 79’unu kadınlar oluşturuyor. 1990’lı yıllarda Asya ülkelerinden Ortadoğu’ya gelip, ev işlerinde çalışan kadınların sayısı 800.000 civarıyken, 2003 yılında bu oran 1,2 milyona çıkmış.
Örneğin Filipinli kadınların en çok çalıştığı 20 ülke¬den 15'i Merkez ülkeleridir. (ABD, Japonya, Hong-Kong/Çin, İngiltere, Tayvan, İtalya, Kanada, Almanya, Güney Kore, Yunanistan, Guam, İsviçre, Hollanda, Avusturya ve Avustralya). Geriye kalanlar zengin Körfez ülkeleri ve Malezya ile Singapur gibi boşlukta bulunup Merkez'e en yakın olan ülkelerdir. Küresel dolaşımı, düşük uçuş ücretleri ve telekomünikasyon teknolojisindeki yeni ilerlemeler mümkün kılmaktadır. Bu iler¬lemeler arasında, yurtdışında çalışan ve üçte ikisi kadın olan işçilerin hem gelişmiş ülkelerin hem Filipin ekonomisinin ucuz iş gücünü oluşturan "yeni kahramanları” olarak görülmektedirler.
2005 yılı verilerine göre, Afrika’dan başka ülkelere giden göçmelerin yüzde 47’si yani 8 milyonu kadınlardan oluşuyor. Afrikalı kadın göçmenlerin yüzde 80’i Avrupa ve Güney Amerika’ya giderken, erkek göçmenlerin daha ezici bir çoğunluğu, Suudi Arabistan, Gana, Nijerya, Kuzey Afrika, Zimbavya, Kanada, İngiltere gibi ülkelere gitmektedirler. Arap toplumunun sosyo-kültürel yapısı gereği, kadın göçmenlerin sanayi endüstrisi gibi dışa açık işlerde çalıştırılması pek tercih edilmemektedir. Dışarıdan getirilen kadınların yüzde 80’i ev işlerinde, geri kalanı da daha çok hastane ve eğitim işlerinde çalıştırılmaktadırlar.
Göçmen kadınların çok yönlü sömürülmeleri, en zor ve kalitesiz işlerde çalıştırılmaları, hemen her gün yoğunluklu olarak şiddete, tacize ve tecavüze maruz kalmaları, hatta kadının kendisini pazarlamaya zorlanması gibi nedenlerden dolayı, birçok uluslararası kurum tarafından ’21.Yüzyılın Köleleri’ olarak adlandırılmaktadırlar. En ağır iş kollarında ve çoğunlukla günde 3-5 dolara çalıştırılmaları, özellikle ev işlerinde çalışan kadınların taciz ve tecavüze uğramaları nedeniyle göçmen kökenli kadınların günlük yaşamları, ‘modern köle’ olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle, kadınların karşı karşıya kaldığı sorunları gündemlerine alıp tartışan yüzlerce kurumun yaptığı çalışmalar sonucunda, 2004 yılında, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, “özel iş yerlerinde ve ev işlerinde çalışmak zorunda kalan kadınların çoğunlukla ev kölesi olarak görüldüğü, bu nedenle binlerce kadının taciz ve tecavüze uğradığını” belirterek yasal önlemler alınması gerektiğine dair bir kararı kabul etmek zorunda kaldı.
Kadınlar ve hatta henüz çalışabilir durumda olmayan ama çalışmak zorunda olan genç kızlar iki alanda çalışmaya zorlanmaktadırlar. OİT verilerine göre dünya genelinde 12,3 milyon genç kız ve kadından her hangi bir iş ortamında çalışmak zorunda kalanların yüzde 72’si, hem çok yoğun olarak sömürülmekteler hem de ciddi bir şekilde fiziki şiddet ve tacizle karşı karşıya kalmaktalar. Ayrıca, seks sektöründe çalışanların yüzde 90’ı hemen her gün fiziki şiddet ve tecavüzle karşılaşmaktadırlar. Örneğin, Moldova, Ukrayna gibi ülkelerden Türkiye’ye gelen kadınların yüzde 60’ı 18 ile 24 yaş grubu arasındadır. Mafya grupları tarafından pazarlanan kadınların tamamı tecavüze uğramakta, bir kısmı da öldürülmektedir. Kadın ticareti şebekesinin, eski Sovyetler Birliği sınırları içerisinde bulunan kadınların Türkiye’ye getirtilmesi ve buradan da Ortadoğu ülkelerine pazarlanması için diğer ülkelerin kadın pazarlama şebekelerine ödedikleri para yaklaşık olarak 3,5 milyar dolardır. Brezilya kökenli 70.000 göçmen kökenli kadın, Güney Amerika, Japonya ve İspanya’da kendi vücudunu pazarlamaktadır. Bu kadınların pazarlanması uluslararası mafya örgütleri tarafından organize edilmekte olup, genç yaşta olan bu kızların büyük bir çoğunluğu, bir veya iki yıllığına ailelerinden kiralanmaktadırlar. Yapılan araştırmalarda, Japonya’daki Filipinli göçmenlerin yüzde 58’i, Hong Kong’dakilerin yüzde 97’si, Singapur’dakilerin yüzde 88’i ve Malezya’dakilerin yüzde 65’i kadındır. Özellikle Hong-Kong ve Singapur’daki Filipinli göçmen kadınların yüzde 80’i seks sektöründe çalıştırılmaktadırlar.
Örneğin, Asya Kalkınma Bankası verilerine göre, her yıl yaklaşık olarak 200.000 kadın ve genç kız, Hindistan’da ev işlerinde veya şehir merkezlerindeki iş merkezlerinde çalıştırılmaya zorlanmaktadırlar. Genç kızların yüzde 25’i 8 yaşından küçük olup çok önemli bir kesimi okuma yazma bilmemektedir. Bankanın verilerine göre, Nepal kökenli genç kadınların yüzde 80’i, uluslararası kadın ticareti organizasyonlarının denetiminde götürülüp pazarlanmaktadır.
Güney Doğu Asya ülkelerinde gelişmiş veya gelişmekte olan kapitalist ülkelere giden 2,2 milyon göçmen kadının yaklaşık olarak yarısı Filipinlidir. Özellikle Japonya, Malezya, Singapur, Hong Kong’da çalışan göçmen kadınların aylık ücretleri ortalama olarak 300 dolarken, söz konusu ülkelerdeki yerli kadınları ücretleri ise 1500 dolara kadar çıkmaktadır. Göçmen kökenli kadınlar çok yönlü işlerde çalıştırılmakla birlikte, hizmet sektörü, ev hizmetçiliği gibi sektörler ön plana çıkmasına rağmen özellikle Filipinli göçmen kadınların çok önemli bir kısmı seks ticaretinde kullanılmaktadırlar.
Asya Kalkınma Bankasının verilerine göre, en zorlu koşullarda en düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalan Güney Doğu Asya kökenli göçmen kadınlar, ülke ekonomilerine önemli bir katkı sunmaktadırlar. Ülkelerine gönderdikleri para miktarı 3,3 milyar dolardır. Filipinli kadınlar 2,3 milyar dolar, Endonezyalı kadınlar 700 milyon dolar, Malezyalı kadınlar ise 300 milyon dolar olmak üzere her yıl 3,3 milyar dolarlık bir miktarı kendi ülkelerine göndermektedirler.
Avrupa’da özellikle Almanya’da Türk ve Kürt kökenli göçmen kadınlar ön plana çıkmaktadır. 1980’lı yıllara kadar daha çok evde kalan ve çocuklarına bakan göçmen kadınlar, giderek ev içi yaşamdan koparak üretim faaliyetine katılmaya başladılar. Anadolu kökenli göçmen kadının toplumsal değişim sürecine girmesinde Avrupa’nın değişik ülkelerinde doğmuş yeni genç kadın kuşağının yetişmeye başlamasının çok önemli bir rolü bulunuyor. Doğup büyüdükleri ülkenin kültürüne ve yaşam tarzına adapte olmuş genç kuşağın eğitim, sosyal-kültürel farklılaşma, iş ve evlilik gibi geçirdikleri farklı evreler, göçmen kadınların toplumsal etki gücünü çok ciddi oranda arttırdı. Sosyal ve kültürel farklılaşma aynı zamanda klasik göçmen aile yapısında bir kırılmaya yol açtığı gibi içi çatışmayı derinleştirdi. Bu çatışmanın hiç şüphesiz ki, en sert ve çatışmalı sürecin bir tarafını ‘genç’ göçmen kadınlar oluşturdu. Göçmen kadınlar, Anadolu aile tipinin içe kapalı geleneksel yapısı ile doğup büyüdükleri ve toplusal yaşantısına adapte oldukları ülkelerin sosyal değerleri arasında, yani iki farklı kültür arasında sıkışıp kaldılar. Birinci kuşak bakımından çok ciddi sorunlar oluşmadı. Çünkü klasik aile ilişkileri eksenli yürüyen bir yaşam tarzı egemendi. Yetişme sürecinde olan ‘yeni’ kuşak, henüz bu geleneksel yapıyı değiştirecek bir toplumsal ilişki içinde değildi. Ancak daha sonraki kuşaklar arasında önemli sosyo-psikolojik sorunlar gündeme geldi. Göçmen kökenli kuşaklar arasında oluşan ve bugün aslında fiili bir olgunluğa erişen farklılaşma; çatışma, uzlaşma ve gelişme biçiminde gelişti. Gelişme sürecinin halen bir kısım sorunları bulunsa da, bunların önemli oranda aşıldığı söylenebilir.
1950-1973 yılları arasında, Kürt ve Türk kökenli göçmen işçilerin yüzde 85’ini erkekler yüzde 15’ini kadınlar oluşturuyordu. 1967 dönemlerinde Almanya ve Fransa başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde baş gösteren ekonomik kriz gerekçe gösterilerek dış göç alımına bir kısım sınırlamalar getirildi. Ancak aile birleşimleri yoluyla göçmen kadın sayısında çok ciddi bir artış yaşandı. Daha önce gelen erkek göçmenler, eşini ve çocuklarını yanına alarak, hem göçün sürekliliğini sağladılar hem de göçmenlerin kalıcılaşmasında önemli bir rol oynadılar.
Anadolu’nun kırsal bölgelerinden gelen kadınlar, tamamen yabancı oldukları bir toplumsal kültürle karşılaşınca kendilerini koruma psikolojisiyle içe kapandılar. Ancak içe kapanmayı en erken kıran kesimler de kadınlar oldu. Henüz istenilen düzeyde olmasa da ikinci ve üçüncü nesli temsil eden kadınlar, toplumsal yaşama daha aktif katılmada önemli başarılar gösterdiler. Anadolu’nun bozkırlarından kopup, Avrupa’da özellikle Almanya’da üretim sürecinde aktifleşmeleri, hatta birçok sektörde yöneticilik yapabilecek düzeye gelmiş olmalarını önemli bir başarı olarak görmek gerekir. Tabloda görüldüğü 13 AB ülkesinde yaşayan göçmen kökenli nüfusun yüzde 47,1’i kadınlardan oluşmaktadır. Türkiyeli göçmen nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı Almanya’da kadınlar, AB ülkelerindeki göçmen kadınların yüzde 55,4’ünü temsil etmektedir.
Avrupa’daki “Türk ve Kürt kökenli “Kadınların Yaşam Koşullarına Dair Bir Analiz’ başlıklı yapılan bir araştırmada şu tespitler yapılıyor: “Göçün ilk yıllarında, göçmenlerin yüzde 80´ine yakın bölümü erkeklerden oluşurken, aile birleşimleri ve yeni doğumlar ile kadın erkek nüfus oranı dengelenme sürecine girmiş bulunuyor. Bugün Avrupa´da yaşayan 4,1 milyon Türkiye kökenli Türk göçmenin yüzde 47´si kadınlardan meydana geliyor. Avrupa’daki kadın nüfusun yüzde 42´sini aile birleşimi ile gelenler oluştururken, yüzde 3´lük dilimini Almanya’ya doğrudan çalışma amaçlı gelen kadınlar oluşturuyor. Avrupa´da dünyaya gelenlerin oranı ise yüzde 55.” Kadınların sayısal olarak erkeklerle eşitlenmesi ve özelliklede yüzde 55’nin Avrupa’nın her hangi bir ülkesinde doğmuş olması, onların adaptasyon sürecinde daha pozitif bir konuma getirmektedir. Bu bakımdan göçmen kadınların toplumsal yaşamın hemen her alanında aşamalı olarak etkinliklerinin artması tesadüfü bir durum değildir.
“Özellikle ikinci ve üçüncü nesil kadınlar gayet modern ve bilinçli bir biçimde toplumsal yaşamın her alanında varlıklarını” gösterdiğini belirten TAM Direktör Yardımcısı Gülay Kızılocak, Avrupa Birliği sınırları içersinde yaşayan “1,3 milyonluk çalışabilir Türk nüfus”unun olduğunu belirtmektedir. Çalışır durumdaki Türk ve Kürt kökenli göçmen nüfusunun yaklaşık olarak 429 binini kadınlar oluşturmaktadır. Çalışır nüfusun yüzde 76,6’sı 12 AB ülkesinde bulunuyor. Bunların yüzde 33’ü yani 340 bini yine kadınlardır. Bu veriler göçmenlerin hem üretim faaliyeti içerisinde yer aldıklarını hem de toplumun başka alanlarında etkinlik göstermeye başladıklarını ortaya koymaktadır. Kadınların sosyal yaşama katılmaları onların toplumsal alandaki etkinliklerini çok ciddi oranda artırmaktadır. Hatta birçok alanda erkeklerden çok daha etkili olmaya başladıkları gözlemleniyor. Kadınlar üzerine yapılan araştırmalar da bu verileri doğrulayacak niteliktedir. Türk ve Kürt “girişimciler arasında yüzde 24´lük pay kadınlara ait.” “Almanya´da faaliyet gösteren 120 üniversitede 36 binin üzerinde Türk öğrenci öğrenim görüyor. Yüzde 95’i Almanya´da doğmuş veya üniversite öncesi eğitimini Almanya´da yapmış öğrencilerin yüzde 44'ünü kızlar oluşturuyor yani kadınlarla erkeklerin oranı hemen hemen birbirine eşit.” Ayrıca, TAM Direktörü ŞEN’in verdiği bilgilere göre “Almanya'da 1050 Türk avukat var ve bunların yüzde 58'i kadın. Almanya federal ve eyalet parlamentosundaki 12 Türk milletvekilinin ise 8'i kadın.” Bu veriler Türk ve Kürt kökenli göçmen kadınların Avrupa’nın sosyal yapısına adapte olmaya başladıklarını ve değişik sektörlerde ağırlıklarını hissettirdiklerini ortaya koymaktadır. Yüzde oran bakımından halen istenilenin çok gerisinde olmakla birlikte gelişme evrimleri bakımından erkeklere kıyasla çok daha hızlı geliştiklerini ve kendi yaşamlarını, eşine/erkeğe bağlı olmaksızın özellikle ekonomik olarak finanse ettikleri görülüyor.
Göçmen kadınların üretime katılma oranları istenilen düzeyde olmasa da gelişme eğilimi bakımından bize önemli veriler sunmaktadır. AB ülkeleri içerisinde ve özellikle Türkiye kökenli göçmenlerin yoğunluklu olarak yaşadığı Almanya’da yaşayan göçmen kadınların ağırlıklı olarak çalıştıkları iş kollarında bazıları şunlar: “Sekreterlik, turizm şirketi, reklamcılık, restoran/lokanta, imbis(büfe), otel, kahvehane, cafe, bistro, düğün salonu, çiçekçilik, elektronik eşya satımı, sigortacılık, temizlik şirketleri, hasta bakıcılığı, grafik, dizgi vb., Pastane ve tatlıcılık, tekstil, video-kaset, müzik stüdyo işletmesi, kuaför, mobilya imalatı-satışı, muhasebecilik, tercümanlık, telefon bilgi servisleri, hemşirelik, sosyal danışmanlık, hukuk, adalet…”
Türk ve Kürt kökenli göçmen kadınlarda Restoran, temizlik şirketleri, cafe-bar, hasta bakıcılığı gibi işlerde çalışanların oranı yaklaşık olarak yüzde 43’tür. Yukarda söz konusu olan iş alanlarından çalışanların oranı ise yüzde 82 civarındadır. Özellikle genç kadınların son yıllarda kamu hizmeti, bankacılık, adalet, hukuk, akademik alan gibi sektörlerde faaliyet göstermesinde ciddi bir artış yaşanmaktadır. Bu aynı zamanda güncel toplumsal alandaki etkinliklerini de artırıyor.
AB ülkelerinde yaşayan göçmen kadınların kendi bağımsız kimliklerini ortaya koyma noktasında önemli bir gelişme göstermekle birlikte halen çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduklarını da belirtmek gerek. Göçmen kadınlar, işsizlik, çocuk bakımı, geleneksel toplumsal değerlerin etkisi, genç kadınlarla aileler arasındaki jenerasyon ve kültürel farklılık, özellikle aile içi şiddet, ev işlerine bağlılık gibi bir çok konuda önemli sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadırlar.
Türkiye ve Kürdistanlı göçmenlerin bu alandaki değişimi, aslında ciddiye alınacak önemli noktalardan biridir. 1970’li yıllara kadar, Müslüman kökenli ailelerin önemli bir kesimi, dinsel faktörler nedeniyle, çocuklarını ana okullarına ve kreşlere göndermezken bugün, ailelerin yaklaşık olarak yüzde 75’i bu sorunu aşmış bulunuyor. Bu durum, aynı zamanda kadınların hem sosyal yaşama, hem de üretime daha aktif katılmalarını sağlamaktadır. Aynı zamanda Türkiyeli ve Kürdistanlı ailelerde çocukların bakım sorumluluğunu üstelenmede belirgin bir gelişme gözlenmektedir.
Örneğin ailelerinde çocuk bakımını, anne ve babanın her ikisi tarafından üslenenlerin oranı yüzde 52 olarak belirlenmiş. Sadece annelerin çocuğa bakma oranı yüzde 43, babanın sorumluluğu üstlenmesi gerektiğini söyleyenler ise yüzde 3’tür. Önemli bir değişiklik olmakla birlikte halen kadının tek başına sorumluluğu ciddi oranda bulunuyor. Bu durum aynı zamanda kadının üretim faaliyeti içerisindeki durumuyla da ilişkilidir. Özellikle işsiz veya kendi ev işleriyle ilgilenen kadınlarda doğal olarak aile ve çocuk bakımı ön plana çıkmaktadır.
Bütün olumlu gelişmelere rağmen, ailelerde erkek ve kadın ilişkilerinde halen ciddi sorunların olduğu biliniyor. Çocuk bakımını kim üslenmelidir sorusuna verilen yanıtlarda yaş gruplarına göre bir değişiklik görülüyor. Örneğin 30-44 yaş grubuna mensup kadınların yüzde 46’sı ev bakımı ve çocukların sorumluluğunun tek başına kadınlara verilmesi gerektiğini belirtirken genç kadınlarda bu oran yüzde 30 civarına düşmektedir. Kadınların yüzde 40’ı aile içi sorumluluğun ortak/eşit düzeyde olması gerektiğini belirtmektedir. 1980’li yıllara göre bu oranda ciddi bir azalma olduğu saptanmış. Ancak erkeklerde bu oran, kadınlara göre daha farklıdır: Örneğin yüzde 30’u çocukların sorumluluklarının annelerde olduğunu söylerken, yüzde 63’ü de bunun her iki tarafta eşit olduğunu öne sürmektedir.
Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) tarafından göçmen kadınlar üzerinde yapılan bir araştırmada Türk ve Kürt kökenli göçmen kadınların yaklaşık olarak yüzde 39’u her hangi bir üretim dalında yer almayıp ev kadındır. Tam ve yarım zamanlı çalışanların oranı ise yüzde 23,1’dir. Mevcut verilere göre “çalışma yaşamına dâhil olmayı isteyip de bunu gerçekleştiremeyen kadınların yüzde 62´si (bunlar arasında ev kadınlarının yüzde 43’ü) çocuklar ve ev işleri nedeniyle zamanlarının olmaması ile çocuklar için bakım hizmetleri¬nin yetersizliğini, bu duruma neden olarak göstermektedirler. Bu tezi sınırlandırır nitelikte argüman, çalışan çocuklu kadınların yüzde 58´inin çocuk yetiştirmekle meşgul olmalarıdır. Bu oran ev hanımları arasında yüzde 56´dır.”
Bir başka önemli saptama da çalışan kadınların yüzde 68´i evli ve çocuk sahibidir. Genel göçmenler içerisinde, Türk ve Kürt kökenli göçmen kadınlar arasında evlilik ve çocuk sahibi olma oranları yüzde 75´dir. Çalışan kadınların yüzde 23´ü 6 yaş altı küçük çocuk sahibiy¬ken bu tüm kadınlar arasında yüzde 31´dir. Araştırmada ortaya çıkan diğer bir veri de çalışan kadınların ortalama olarak 1,62 olan çocuk sayısı, çalışmayan kadınlarda 2,02 civarıdır.
Ayrıca üretim sürecine katılan veya hizmet sektöründe çalışan kadınların yüzde 61´i evliyken, yarım zamanlı çalışanlarda bu oran yüzde 79´dur. Yapılan araştırmalarda geçmişten farklı olarak çalışan kadınlardan çocuk yapma oranı düşmektedir. Özellikle genç yaşta çocuk yapma oranı ise çok daha düşüktür. Evli çiftlerin genel eğilim olarak az çocuk yapma yönünde bir eğilim gösterdikleri, özellikle göçmenlerin para için çok çocuk yaptıkları gibi bir yönelimin değişmeye başladığını göstermektedir.
Şu veya bu yolla üretim sürecine katılan kadınların yüzde 40´ı hem mesleki işlerde yer almakta hem de ev işleri ve çocukların sorumluluğu ile doğrudan ilgilenmektedirler. Anne ve baba çalıştığı için aile içi bakım koşullarında meydana gelen zorluklara nedeniyle “yüzde 22´si başka kadınlardan yardım alırken, yalnızca yüzde 23´ü bazen eşlerinden yardım görmektedir. Çalışan kadınların yalnızca yüzde 9´u ev işlerinde eşiyle görev paylaşımı yapmış durumdadır. Çalışan kadınların yüzde 5´i ise ev işleri ile ilgi¬lenmemektedir.”
Bunlar kadınların çalışma yaşamına dâhil olmalarının yansımalarıdır. Şöyle ki, çalışma yaşamına dâhil olmada en çok etki eden faktör, kendi gelirine sahip olma yönündeki beklentidir. Tam zamanlı çalışan kadınların yüzde 80´i ve yarı zamanlı çalışan kadınların yüzde 72´si kendi kullanımlarında finansal kaynağa sahiptirler, ancak çalışma yaşamının dışında yer alan kadınların yüzde 65´i de aynı şansa sahiptir. Bunu durumu tersinden okuduğumuzda, çalışan kadınların beşte birinin kazandığı para üzerinde tek başına karar verme gücünün olmadığı görülmektedir.
Türk ve Kürt kökenli göçmen kadınların en önemli problemlerinden birisi de aile içi ilişkilerde ortaya çıkan sorunlardır. Bunlardan birincisi düşme eğilimi içinde olsa da hala genç kadınların, anne ve babanın istediği biri ile evlendirme isteğinin devam etmesidir. Bu durum çoğu kez aile içerisinde çok ciddi sorunlara yol açmaktadır. Diğer önemli bir nokta da, aile içinde kadına yönelik şiddetin ciddi oranlarda varlığını sürdürmesidir. Göçmen kadınların yüzde 40’ı bu durumu kabullenmiş durumdayken tamamen karşı çıkanların oranı yüzde 30 olarak belirlenmiş. Yapılan araştırmalar aile içi şiddet nedeniyle boşanma oranlarının ciddi oranda arttığını göstermektedir. Aile içi şiddet tartışmasına ilişkin çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor. Buna göre, kadınların yüzde 76,4´ü aile içi şiddete karşı sert tedbirler alınması önerisini tamamıyla desteklerken, kısmen destekleyenlerin oranı yüzde 12. Bu oranlar erkekler arasında, yüzde 77,9´u tamamen katılma ve yüzde 14´lük kısmen katılma olarak görülüyor. Aile içi kadına yönelik şiddet ailelerin önemli bir kesiminde güncel bir sorundur. Özellikle Türk ve Kürt kökenli göçmen ailelerde ‘aile içi şiddeti’ besleyen en önemli birkaç faktör, dinsel etkiler, toplumsal gelenekler, kültürel farklılaşma, ekonomik bağımlılık vb. olarak sıralanabilir. Kuşakların değişmesi, eğitim ve öğretim alanında gelişme, sosyal yaşama aktif olarak katılımların artması gibi faktörlerle, özellikle aile içi şiddette belirli bir gerileme söz konusudur.
Kadının toplumsal yaşamdaki ağırlığı arttıkça ilgilendiği sorunlar da doğal olarak farklılaşmaktadır. Ayın zamanda kadının kendisini var eden temel özelliklere sahip çıkma bilincinde de önemli bir gelişme yaşanmaktadır. Eğitim, ekonomi, kadının ev yaşamının dışına çıkma istemi, sosyal yaşama uyum vb. noktalardaki değişimler, çok açık olarak görülmektedir. Örneğin, “Kadın haklarının aile ve politikada daha güçlü kılınması gerektiği yönündeki ifade, kadınların yüzde 97´si tarafından onaylanırken, kız çocuklarının meslek eğitimi almasının önemli olduğu yönündeki ifade yüzde 90 ve kadınların kişisel gelire sahip olmaları gerektiği yönünde ifade yüzde 83 oranında onay almış bulunuyor. Modern kadın imajına dönük bu ifadelerin karşısında geleneksel kadın imajına dönük ifadelerden kadınlar için meslek eğitiminin gereksiz olduğu görüşünü savunanlar yalnızca yüzde 7 ve kadınların öncelikle ev işleri ile ilgilenmesi gerektiğini düşünenler yüzde 24 seviyesinde.” Göçmen kadınlardaki değişim yeterli olmamakla birlikte geçmiş yıllara oranla kayda değer bir gelişme söz konusudur. Bu aynı zamanda göçmen kadınlarının gelecekte sosyal yaşamın birçok alanında çok daha aktif olacaklarını ortaya koymaktadır. Verilere bakıldığında birçok dezavantaja rağmen, gelişme eğilimleri göçmen kökenli erkeklere oranlara çok daha hızlıdır.
Dipnotlar:
1- http://www.tinig.com/more-remittance...n-adb-study/An article by Jeremiah M. Opiniano
2- BARNETT, Pentagon’un Yeni Yol Haritası. age, syf:256.
3- http://www.tinig.com/more-remittance...n-adb-study/An article by Jeremiah M. Opiniano
4- http://www.unfpa.org/swp/2006/french...r_3/index.html
5- http://www.tinig.com/more-remittance...n-adb-study/An article by Jeremiah M. Opiniano
6- http://www.ido-forum.org/turkiyeden-...01-2007-a.html
7- http://www.ido-forum.org/turkiyeden-...01-2007-a.html
8- Avrupa’da Türk Kadını, Proje hazırlayıcıları Gülay Kızılocak, Cem Şentür, Dr. Martina Sauer, TMA araştırma yay. 2005.
9-Avrupa’da Türk Kadını, Proje hazırlayıcıları Gülay Kızılocak, Cem Şentür, Dr. Martina Sauer, TMA araştırma yay. 2005
10- age
11- http://www.ido-forum.org/turkiyeden-...01-2007-a.html
12- http://www.ido-forum.org/turkiyeden-...01-2007-a.html
__________________
Mahmut Halil CAN ( Sendiren )
http://ateshirsizi.com
KENDİ ATEŞLERİNDE YANAMAYANLAR, BAŞKALARININ ATEŞLERİNDE YANAMAZLAR.KENDİNİ ATEŞLERDE SINAMAYANLAR, BAŞKALARINA SINAMADA ÖRNEK OLAMAZLAR. DEVRİMCİLİK BİR YAŞAM BİÇİMİDİR. KENDİSİNDEN BAŞKASININ OLAMAYANLAR, ASLA VE KESİNLİKLE DEVRİMCİ OLAMAZLAR.
SENDİREN.ATEŞTE DEVRİM MÜCADELECİSİ...
Kurtuluş Savaşından Halk Kurtuluş Savaşına Bu Tarih Bizim
Fatma Seherler'den Kevserler'e, Biz Varız Emperyalizmin Karşısında
Dünya Emekçi Kadınlar Günü 100. yılında. Vatansever ve devrimci kadınlar, geçen yüzyıl boyunca ülkemiz sınıflar mücadelesinde azımsanmayacak bir mücadele birikimi yarattılar. Dünden bugüne uzanan kadınlar mücadelesinde devrimci kadınların özellikle 1980'lerden itibaren yarattıkları değerler, ülkemiz kadınlarının mücadele gelenekleri açısından önemli bir dönüm noktası oluşturmuş, bu gelenekler, binlerce kadını etkileyerek mücadeleye çekmiştir.
Kuşkusuz Cepheli kadınların yarattıkları bu direniş geleneği, ülkemiz toprakları üzerinde mücadeleye katılan tüm kadınların mücadelesinden de güç almıştır.
Bedreddin ayaklanmasının Hakikat Bacıları'ndan Kurtuluş Savaşı'nın kadın kahramanları Kara Fatmalar'a, Adile Çavuşlar'a, 1970'li yıllarda Hatice Alankuşlar'dan Hatice Özenler'e, 1980-90'larda Sabolar'dan, Sibeller'den, İdiller'den 2000'lerin Fidanları'na, Gülsüman ve Cananlar'ına, Kevserler'e uzanan bir süreçtir ülkemiz kadınının mücadelesi...
Kurtuluş savaşında cephede silah kuşanan kadınlar da vardı
1919 yılının 10 Aralık'ında, Kastamonu'da tarihimizin ilk kadın mitingi yapıldı. Miting vatanın işgaline dikkat çekmek için düzenlenmişti. Kadınlar işgale karşı mücadele de kullanılması için değerli takılarını verdiler. Anadolu'nun kadınları, o gün İngiltere ve İtalya kraliçelerine, Fransa Cumhurbaşkanı'nın eşine çektikleri telgrafta şunları söylerler:
"O zalimler kararlarından dönmezler ise, böylece alçakça yaşamaktansa evlatlarımızın kanlarına kanlarımızı karıştırarak erkeklerimizle bir safta dinimiz ve istiklalimiz için öleceğiz."
Bu sözlerde vatanın işgaline karşı duyulan öfke, işgalciye duyulan kin vardır. Bu öfke ve kinin altı boş da değildir. Nitekim o gün konuşulanlar ve söylenenler, sözde kalmamıştır.
Anadolu'nun isimsiz kadınları, giderek artan ölçüde kurtuluş savaşında yer almış, kimileri cephe gerisinde kurtuluş güçlerine destek sağlarken, kimileri de silah elde savaşın en ön cephesinde kahramalık destanları yaratarak savaşmışlardır.
Bu destanlardan birinde; 20'li yaşlarında tüm genç kızlık düşlerini bir yana bırakarak savaşa katılan, Halime çavuş vardır. Bir diğerinde, Kocayayla'da elde mavzer savaşırken, alnından vurularak şehit düşen Gördesli Makbule vardır. Bir başka destanda, iki çocuğunu arkadaşına bırakarak 3 yıl boyunca düşmanla elde silah savaşan Aydın İmam köylü Ayşe vardır. Ve bir başka destanın adı da "Kara Fatma"dır. Yani asıl adıyla Fatma Seher.
Fatma Seher, Erzurumlu'dur. İlk yerel savunma örgütlerinde yer almış ve Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinde çalışmıştır. Sosyalizm mücadelesinde savaşan Rus köylü kadınlarını duyup etkilenmiştir.
"Çevresindeki kadınları örgütleyerek, onbeş kişiyle kurduğu çete giderek büyümüş, sayıları yüzlere varmıştır. 43 kadın ve yediyüz erkektir.
Müfrezesiyle birlikte bizzat cephede savaşmaktadırlar. İnönü savaşında, Sakarya Meydan Savaşı'nda, Afyon Meydan Savaşı'nda kendi kurduğu müfrezesi ile yeralır." (Vatan, sayı:75)
Anadolu kadınları, silahlı ve silahsız, işgale karşı süren savaşta büyük fedakarlıklar gösterdiler. Vatanlarının kurtuluşu için toprağa düştüler. Kadınlar, vatanlarının kurtuluşu için büyük bir cüret ve fedakarlıkla savaşırken, Kurtuluş Savaşı sonrasında, yeni Cumhuriyet kendi kadın tipini dayattı onlara.
Yukarıdan aşağıya reformlarla, "batılı kadın" tipini yaratmaya çalışan Cumhuriyet, bu taklitçi, dayatmacı politikalarla Anadolu kadınını kucaklamaktan, kadın sorununu çözmekten uzak kalmıştır. Sosyalist ülkelerden de etkilenerek, Köy Enstitüsü gibi uygulamalarla kadınlara belli misyonlar yükleyen ileri adımlar atılsa da giderek kadınlara oy hakkı gibi kimi demokratik haklar tanınsa da milyonlarca kadının yaşamında ve esas olarak da kadının toplumsal statüsünde köklü değişiklikler olduğu pek söylenemez.
Kadınlar bağımlılık zincirinin halkalarını parça parça kırdılar
Cumhuriyet döneminde 1960'-lara kadar söz edilebilecek kitlesel bir kadın mücadelesi yoktur. Özellikle 1960'lı yıllara kadar kadınların kendi taleplerini dile getirdikleri örgütlü, kitlesel bir mücadeleleri yoktur.
Bu dönem boyunca mücadele içinde yeralan az sayıdaki kadın ya sendikal mücadelede ya da TKP içinde yeralan aydın kadınlardır. O dönemde mücadeleye katılan az sayıdaki bu kadınlara karşı da düzen tüm zulmüyle saldırmış, bir avuç ilerici, sosyalist kadın, işkencelerden geçirilip, yıllarca hapishanelerde yatırılmıştır.
Kadınların asıl olarak devrimci mücadeleye katılımları, 1960'ların ikinci yarısı boyunca devrimci mücadelenin gelişmesiyle birlikte gündeme gelmiştir.
Bu yıllarda, mücadelenin kitleselleşmesi ile birlikte üniversitelerde süren devrimci mücadeleye daha çok kadın devrimci katılmıştır. Kadınların mücadelenin değişik alanlarında kısmi görevler üstlenmeye başladıkları bir dönem olmuştur bu dönem. THKP-C'nin kurulmasıyla birlikte Cephe saflarında devrimci kadınlar da yer almıştır. Henüz yöneticilik düzeyinde görevler almaktan, askeri eylemlere katılmaktan uzak bir konumda olsalar da bir adım atılmıştır.
12 Mart açık faşizmi ile birlikte ilerici, devrimci kadınlar, işkence ve tutsaklıkla tanışmış ve bu sınavı alınlarının akıyla vermişlerdir. Yine bu dönemde, Cephe ilk kadın şehidini vermiş, Hatice Alankuş gördüğü işkenceler ve tutsaklık sonrası şehit düşmüştür.
Cephe'nin ilk kadın şehidi olan Hatice Alankuş'u daha sonra onlarca kadın şehit takip edecek, her yeni kadın şehitle, artık kadınların da bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası olduğu perçinlenecekti...
Nitekim 1974 sonrası gençliğin mücadelesinin gelişmesiyle birlikte, üniversitelerde ve giderek liselerde kadınlar geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde mücadele içinde yer almaya başladılar. Düzenin kadınları, kızları bağladığı kalın zincirler, devrimci mücadele içinde parça parça kırılmaya başlamıştır artık..
Kibrit fabrikası işçilerine devrimi anlatan bir kadın devrimci; Hatice Özen
Sivil faşist terörün her kesimi hedeflemeye başladığı 1976-77 döneminde, devrimci hareket, faşist terörün ve ekonomik zorlukların yükünü en fazla çekenlerin başında gelen kadınların mücadeleye katılımı konusunda iradi bir çalışma yürütmeye başladı. Kadınların mücadeledeki yerinin henüz yeterince kavranmamış olduğu o koşullarda devrimci hareket iradi adımlar atarak, Devrimci Kadın Derneği'ni kurdu. Devrimci Kadın Derneği (DKD) gerek yüksek öğrenim içindeki kadınlar, gerek fabrikalardaki işçi kadınlar ve gerekse de gecekondulardaki emekçi kadınlar içinde çalışma yürütürken, devrimci kadınlar açısından da onları eğiten kadrolaştıran bir rol oynadı. Denilebilir ki, geleceğin komutanlarını, yöneticilerini, savaşçılarını yetiştiren bir okul oldu. Ki, o okulun öğrencileri arasında Sabahat Karataşlar, Sevgi Erdoğanlar vardı...
Ayrıca, DKD'li kadınlar dernek binasına hapsolmamış, fabrikalara, gecekondulara giderek emekçi kadınları örgütlemeye çalışmışlardır. Kadın sorunu kavramının da pek kullanılmadığı koşullarda devrimci kadınlar yaşamın her alanında yer almış, örgütlenmeler yaratmışlardır.
Bu dönem aynı zamanda devrimci kadınların, emekçi kadınlarla yüzyüze geldiği, kitle örgütlenmelerini öğrendikleri bir dönem olmuştur.
Hatice Özen DKD içinde çalışan devrimci bir kadındı. Bir yandan emekçi kadınları örgütlüyor, bir yandan da İstanbul Çayırbaşı Tekel Kibrit Fabrikası işçilerine, İstinye fabrikalarındaki işçilere, Hacıosman, Doğanevleri ve Ferahevler'deki emekçilere, devrimi anlatıyordu.
Hatice Özen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisiydi. Ve 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi Merkez binasından çıkan devrimci öğrencilere karşı gerçek-leştirilen kontrgerilla saldırısında şehit düştü.
Hatice Özen, dönemin devrimci kadınının örneğidir. Üniversite öğrencisi olmasına, onun çalışma alanı yaşamın her yanıdır. Gecekonduda, fabrikada, anfilerdedir.
Daha küçük-burjuva kesimlerin feminizmi pek keşfetmediği, "kadın sorunu" diye ortaya çıkmadığı süreçte, devrimci kadınlar kadın çalışması yürütmekte, yoksul kadınları örgütlemekteydiler.
Devrimci kadınlar, Hatice Özenler'in militanlığını, özverisini, kararlılığını kuşanarak yollarına devam ettiler.
12 Eylül faşist cuntası ile birlikte ise, gözaltına alınıp işkencelerden geçirilen yarım milyonu aşkın kişi içinde, onbinlerce kadın da vardı. Onlar da işkencehanelerde ve hapishanelerde yaratılan direnişin bir parçası oldular.
Bu dönem "dışarda" ise tutsak ailelerinin mücadelesi, kadınların ağırlıkta olduğu bir mücadele ve örgütlenme olarak gelişti. TAYAD bu mücadelenin ürünü olarak ortaya çıktı. TAYAD'la birlikte, aydın kadınlar dışında, ev kadınları da mücadeleye adım atıyorlar, yeni gelenekler yaratıyorlardı. Devrimci hareket, yeniden toparlanma ve örgütlenme göreviyle ele aldığı 1980'lerin ikinci yarısı boyunca, kadınların örgütlenmesine özel bir önem verdi. 1980'lerin sonlarında ise, özellikle gecekonduların ve memurların mücadelesinde kadınların giderek daha yaygın biçimde yer aldıklarına tanık olunacaktı.
Atılım yıllarının ilk kadın şehidi Olcay Uzun'dan Fidanlar'a, Fatmalar'a uzanan mücadele, devrimci kadınların onur sayfalarıdır
"Bir gün kadınlarımız savaşın en ön saflarında yerini alacak ve erkek yoldaşları ile omuz omuza çarpışacaktır" diyordu atılım döneminin ilk kadın şehidi Olcay Uzun.
Olcay Uzun, cunta sonrası da devrimci kalmayı başarmış bir devrimcidir. Kadın olarak, düzenin kadınlara biçtiği rolü bir kenara iterek, atılım döneminde erkek yoldaşları ile omuz omuza silahlı savaşın içinde yer alan kadınlardan biridir.
Bu yeni dönemde, atılım yıllarında devrimci kadının neler başarabileceğinin örneklerindendir.
Artık kadınların silahlı savaş içinde yer aldıkları, savaşçı, komutan, yönetici olacakları bir dönem başlamıştır.
Bu sürecin emektarlarından ve kurmaylarından biri olan Sabahat Karataş, devrimci yaşamı, önderliği ile devrimci mücadelede kadınlara güç vermiş, kadın devrimcilerin yolunu aydınlatmıştır. Devrimci kadınlar, onun nezdinde devrimci kadının nasıl olması gerektiğine dair sorularının cevabını bulmuşlardır.
Devrimci kadınlar, işte bu cevabı kendi pratiklerine uygulayarak, Sabo'nun yolunda o günden bu yana yeni destanlar yazdılar, mücadelede, örgütlenmede çok daha ileri görevler üstlendiler. Onların açtığı yolda, daha çok kadın devrimci mücadele içinde yeralmaya başladı...
Bu yıllar aynı zamanda devrimci kadınların, "ilk"leri yarattığı yıllardır. "İlk kadın gerilla", "ilk kadın savaşçı", "ilk kadın kahraman", "kanıyla duvarlara umudun adını yazan ilk kadınlar", teslim olmayıp çatışan savaşçı kadınlar, bu dönemin en belirgin yanlarıdır. Bu gelişim içinde peşpeşe verilen kadın şehitlerle birlikte devrimci kadınlar ideolojik olarak daha güçlü hale gelmişler, "kadının kurtuluşu" ve "özgürleşmesi" onların pratiğinde somutlanmaya başlamıştır. Bu gelişimin bir diğer sonucu da bir çok alanda kadın yöneticilerin artık giderek daha fazla görülmeye ve kabul edilmeye başlanmasıdır.
Sürdürülen bu mücadele ile binlerce kadının örnek alacağı kadın kahramanlar ortaya çıkmış, devrimci bir kadın kişiliği adım adım şekillenmiştir. Burjuva, küçük burjuva kadın tipinin, oportünizmin, reformizmin çarpıttığı kadın anlayışlarının karşısında, devrimci kadın ortaya çıkarılmıştır. (Bkz:Vatan, say:75, Bizim Kadınlarımız)
Devrimci kadınlar, kırda, şehirde, hapishanelerde, gecekondularda süren savaşın ayrılmaz bir paçası olmuş, "bu kavgada biz de varız" demişlerdir. "Sabo'nun kızları" devrimci mücadelenin her alanında yeralmış, emperyalizme ve oligarşiye karşı süren mücadelenin önderleri, savaşçıları, militanları olmuşlardır. Bu çizgi, F Tipi hapishaneler'e 2000-2007 Fidanlar'ın feda eylemleri ile sürdürülmüş, kadın mücadelesinin 100. yılında örnek bir tarihin yaratıcısı olmuştur.
8 Mart 100. Yılında
New York'ta dokuma atölyelerinde vahşice sömürülen kadın işçiler, 8 Mart 1857'de bu insanlık dışı koşulları protesto için greve başladılar.
Grevi kanla bastıran parababaları, 111 emekçi kadını katletti. O gün, haklarını istedikleri için katledilen dokuma işçisi kadınlar, tüm kadınların mücadelesinin yolunu açtılar.
Sosyalist Enternasyonal, 1910 yılında yaptığı toplantıda, New Yorklu kadın işçilerin anısına, 8 Mart'ı, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kabul ettiğini ilan etti. Ve o günden itibaren 8 Martlar, sosyalist kadınların öncülüğünde, başta kadınlar üzerindeki baskılar olmak üzere, her türlü baskı ve sömürüye karşı kavganın bayrağının yükseltildiği günler oldu.Aradan 67 yıl geçtikten sonra, 16 Aralık 1977'de Birleşmiş Milletler'de alınan bir kararla, 8 Mart, "Dünya Kadınlar Günü" olarak ilan edildi.
Burjuva, küçük-burjuva çevreler, bunu Emekçi Kadınlar Günü'nün alternatifi haline getirmeye, böylelikle 8 Mart'ın sınıfsal özünü örtbas etmeye çalışsalar da, 8 Mart yüzyıldır. EMEKÇİ KADINLAR'ın günüdür ve yüzlerce yıl da öyle kalacaktır.
2010.03.07 |